
Hayaller ve Hayatların ezelden beri uyuşmadığını kanıtlayan Gecelerin Ötesi
Metin Erksan’ın yazıp yönettiği Gecelerin Ötesi filmi Yeşilçam’ın toplumsal gerçekçilik konusuna değindiği ilk filmdir. Aynı mahallede yaşayan yedi arkadaşın farklı hayalleri vardır, ama ceplerinde bu hayalleri gerçekleştirmeye yetecek kadar para yoktur. Film Adnan Menderes’in gayet iyi niyetle ortaya attığı her mahalleden bir zengin sloganının gerçek hayattaki karşılığının pek masumane olmadığının da göstergesi. Çünkü daha sonra Otobüs Yolcuları filminde de işleneceği gibi mahalleden çıkan o bir zengin diğer mahallelileri ezerek zenginleşen vahşi kapitalizmin mahalle ayağı. Gecelerin Ötesi filmine gelecek olursak ömrü direksiyon başında çürüyen Fehmi’nin tek istediği kız kardeşi Sema’nın nişanlısıyla mutlu bir yuva kurmasıdır. Fehmi saatlerce uykusuz kalıp yükünü getirir ama patronu tarafından hem gecikmek hem de eksik mal getirmekle suçlanıp parası kesilir. Oysa kamyonun taşıyabileceği limit zaten aşılmıştır ama bu patronunun umurunda değildir. Çünkü onun için mühim olan tek şey paradır ve Fehmi gerekirse kamyonu devirip canından olmalıdır ama ona daha fazla mal getirip daha fazla para kazandırmalıdır. Fehmi’nin çocukluk arkadaşı Ekrem ise ailesine bakmak için çocukluğunu fabrika köşelerinde heba etmiştir. Yasaya göre çocuk işçi çalıştırmak yasaktır ama Ekrem’in çalıştığı fabrikada çocuk işçiler cirit atmaktadır. Fabrikayı kontrole gelen müfettişlere ise çocuk işçi konusu yol ve yordamıyla anlatılır ve okuması gereken onlarca çocuk fabrika köşelerinde daha az paraya çalışıp patronları zengin eder. Cevat idealist bir sanatçıdır, gerekirse filmlerde figüranlık yapar ama gene de basit tiyatro oyunlarında oynayıp tiyatronun küçüldüğünü görmek istemez. Arkadaşı Hakkı, biz istemez miyiz sanat kokan oyunlar oynayalım ama yok. Cebin biraz para görsün istiyorsan bırak şu idealizmi de sen de bize katıl der. Bu uyarılar bile Cevat’a küfür gibi gelir, ah bir parası olsa da kendi tiyatrosunu kursa ama nerede o günler? Sezai ve Yüksel ise müzik aşığı iki gençtir ama yaptıkları müziği değil plakçılar ana babaları bile dinlemez. Bu iki kafadar da Amerika’ya gitmek isterler çünkü Elvis’ten bile daha iyi sesleri vardır. Ama nerede bizim ikilide deniz aşırı ülkeye gidecek para? Ayhan ise yetenekli ama parasız bir ressamdır, üstelik karşı komşusu şarkıcı Sevim’e de aşıktır. Ama Sevim zeytinin karalısı erkeğin paralısı ekolünden geldiği için cebinde metelik olmayan bir ressama hay bile demez. Bir gün bizim yedi kafadar felekten bir gece çalmak için bir kulübe gider, tabi burada gördükleri hayatlar ömürlerinin çürüyerek geçtiği gerçeğini tokat gibi yüzlerine vurur. Ve gençler bir benzin istasyonunu soymaya karar verirler, bu sayede Fehmi kardeşi Sema’yı evlendirecek, Ekrem çocukluğunu harcadığı ömrünü tüketen fabrikadan kurtulacak, Cevat kendine bir tiyatro açacak, Sezai ve Yüksel Amerika’da plak çıkaracak, Ayhan ise sevdiği kadına kavuşacaktır. Ama olaylar hiçte onların düşündüğü gibi gitmez, benzinciyi soyup paraya kavuşurlar ama poliste peşlerine düşer. Ayhan’ın aşık olduğu Sevim’in istekleri bir türlü bitmez, yok lüks ev, yok kürk, yok pırlanta. Kadın dadandığı yere darı eken cinsten olunca Ayhan’ın soygundan payına düşen para suyunu çeker. Kadının yanında kalmasının tek yolunun para olduğunu anlayan Ayhan da arkadaşları olmadan ikinci bir soyguna daha kalkışıp canından olur. Polis Ayhan’ın ilk benzinci soygununa da karıştığını anlayınca ilk soygunu yapanların Ayhan ve arkadaşları olduğu ortaya çıkar. Ayhan’ın başına geleni öğrenen arkadaşları polisten kurtulmak için kaçmaya çalışır ama her şeyi ellerine yüzlerine bulaştırırlar. Ekrem ve Fehmi, Sema’nın nikahından sonra kendilerini yollara vurup soygun işinden paçalarını sıyırmaya çalışır, Sezai ve Yüksel onları Amerika’ya götürecek adam tarafından dolandırılır. Üstelik polisin onları yakalamaya gemiye geldiğini gören Yüksel polisten kaçmaya çalışırken ölür, Cevat’ı tiyatrosunda tutuklarlar. Yani filmden anlaşılır ki, hayaller ve hayatlar ta Yeşilçam’dan beri birbirleriyle ters orantı içindedir.
Aynı evi birçok kişiye satıp halkı dolandırma tarzı müteahhitçilik geleneğinin başlamasını inceleyen Otobüs Yolcuları
Senaryosunu toplumsal gerçekçi senaryo akımının babası sayılan Vedat Türkali’nin yazdığı filmi Ertem Göreç yönetmiştir. Film 27 Mayıs Askeri Darbesinden sonra ortaya çıkan Güvenevler Dosyasıyla ilgili inşaat dolandırıcılığını ve arazi mafyasının ilk yıllarını anlatıyor. Kemal maddi olanaklar yüzünden eğitimini yarıda bırakmış ama kendini geliştirmiş bir gençtir. Otobüs şoförlüğü yaptığı sırada Nevin’le tanışır ve iki genç arasında tartışmayla başlayan bir yakınlık doğar. Nevin zengin bir müteahhit olan Mahmut beyin kızıdır, annesi öldüğü için babasına çok düşkün olan Nevin babasının halkı dolandırdığına bir türlü inanmak istemez. Hatta çok sevdiği dayısına bile söz babasına gelince alınabilir, kızın gözünde babası o derece muazzam yani. Öte yandan Nevin’in biricik babası Mahmut, arazi mafyasıyla işbirliği içinde kan emici bir müteahhittir. Yaptığı bir daireyi utanmasa tüm mahalleliye satacakmış da ilk seferden bu kadar yüzsüz olmayayım diye mi ertelemiş ne? Adam bir daireyi iki üç kişiye satmış dolandırılan kiracılar da birlik olup bunun kel kafasını yaracağına bu ev benim hayır benim diye birbirini yiyor. Kimse şirket çalışanlarına bu ne rezillik diye çemkirmiyor, aman kızımın çeyiz parası gitti, oy o para şehit oğlumun parasıydı diye ağlamaya başlıyor. Garibim Kemal de ev sahibi ninenin dolandırıldığını anlayınca şirkete gidip bu ne rezillik diye dikleniyor. O sırada olay yerinde bir vekil ve gazeteciler olduğu için müdür bir hata olmuş ama üzülmeyin hemen düzelecek diye bunları savıyor. Kemal inanmıyor ama dolandırılan nine aman Allah razı olsun Mahmut beyden bizi ev sahibi etti diyor. Yahu adam sanki cebinden para çıkardı da size ev yaptı, siz ev yapsın diye ona para verdiniz nene! Adama sizin paranızla size ev yaptı diye ne diye dilenci duası ediyorsun. Allah akıl fikir dağıtırken sen uyuya mı kaldın anlamadım ki. Neyse ertesi gün dolandırılan herkes Kemal’in şoförlük yaptığı hattı basmış aman bizi bu işten sen kurtarırsın diye çocuğa yapışırlar. Yahu sizin ağzınız diliniz yok mu? Yüz kişisiniz gidinsene polise, şikayetçi olunsana inşaat firmasından. Kemal İstanbul Emniyet Müdürü mü? Ayrıca adam gidip sizin hakkınızı arayayım diye dayak yese dönüp sahip çıkmazsınız, ki oldu. Kemal sizin yüzünüzden dayak yedi de arkasında durdunuz mu? Aslında mahalleliyle Kemal’e kalsa bu iş gene çözülmezdi de para meselesi yüzünden Müteahhit Mahmut ve arazi mafyası Halim birbirine girdi de dolandırıcılık öyle ortaya çıktı.
Seni bu memleket önüne çıkan ilk zorlukta kaç diye mi okuttu sorusuna muhatap arayan Şehirdeki Yabancı
Senaryosunu Vedat Türkali’nin yazdığı Halit Refiğ’in yönetmen koltuğuna oturduğu film İngiltere’de mühendislik eğitimi alan Aydın’ın memleketi Zonguldak’a dönmesiyle başlıyor. Limanda Aydın’ı babası gibi gördüğü, Selami ağabeyi karşılar. Aydın, çocukluk aşkı Gönül’ün babası yaşındaki Selami’yle evlendiğini görünce Zonguldak’ın ona dar geleceğini anlamış mıdır bilmem ama ben izlerken daha dakika bir gol bir bu hareketle Aydın’ın doğup büyüdüğü şehre yabancılaşmasının ilk sinyalini aldım. Öte yandan mühendis olarak çalıştığı maden çalışanların Allah’a emanet olduğu bir yer. Direkleri çürük tahtadan çünkü kaliteli odunlar yurtdışına gönderiliyor, kalan çürükleri de ederinden yüksek fiyata yerli üreticiye kakalıyorlar. Mühendis bu ne biçim odun be hepsi çürük hepinizi şikayet edeceğim diye şarlayınca, aman efem bir yanlışlık olmuş. Hemen düzeltiriz deyip, bakın en kaliteli odunları size gönderiyoruz diye bin dereden su getirip adam arkasını dönünce hemen sağlam odunları indirin çürük malları koyun diye yüklenen odunları bile indirecek kadar şerefsizleşenlerin içinde Aydın’ın işi zordur. Çünkü sendika hakkından habersiz, üç kuruşa çalışan işçilerin kendi dertleri yetmiyormuş gibi bir de ellerindeki üç kuruşun ikisine musallat olan cami yaptırma derneği başkanı Şerafettin Toraman vardır. Şerafettin bey işçilerden her Allah’ın günü para toplar fakat ne hikmetse daha para topladığı caminin temeli bile atılmamıştır. Aydın kızı hasta olan bir işçiye yardım etmeye çalışır, işçilere eğer bir yardım toplanacaksa bunun hasta olan kızcağız için olmasını söyler. Tabi bu sözleriyle Şerafettin beyin cahil halkı söğüşleme işine taş koyduğu için Şerafettin bey tarafından pek sevilmez ve Şerafettin alttan alta Aydın’ın bir açığını arar. Öte yandan Gönül de kendi küçük dünyasında mutsuzdur, babasını kaybedince parasızlıktan babası yaşındaki Selami beyle evlenen genç kız kaynanası tarafından hor görülür. Selami’nin ilk eşinden olan oğlu desen evlat olsa sevilmeyecek cinsten, Aile Şerefi’nin Oktay’ının çocukluğu da aha bu çocuk gibidir. Gönül’ün bu veletle sokağa çıkması bile çile, baa Tommiks al diye eteğinden sürüklüyor kadını. Gönül daha çizgi romanın parasını vermeden sayfalarını kurcaladığı çizgi romanı yere atıyor, tezgahtan elma çalıp kadını zor duruma sokuyor. Yediği elmanın çöpünü bilerek sokaktaki adamın kafasına fırlatıyor, o gelişmemişte çocuğuna sahip çıksana yenge diye kadının üstüne yürüyor. Gönül’ün hayatı Aydın’dan Aydın’ın hayatı Gönül’den zorken Aydın’ın çalıştığı madende çürük kalaslar yüzünden göçük oluyor. İşçiler ve Aydın’ın göçük altından kaldığını öğrenen Selami ve Gönül madene koşuyor, Gönül’ün Aydın için haddinden fazla endişelendiğini fark eden Şerafettin, ikilinin arasında bir şey olduğundan şüpheleniyor. Bu arada Aydın yaptıklarıyla sadece Şerafettin gibi din sömürücülerini değil, halkı kazıklama derdindeki bir yığın kişiyi rahatsız ediyor. Bunun üzerine Aydın’dan rahatsız olanlar Aydın ve Gönül arasında bir ilişki varmış gibi gösteriyor, şehrin tek foto muhabiri de çektiği fotoğrafı para karşılığı bunlara satar. Ortalık iyice karışır, fotoğrafları gören Selami, Aydın’a düşman olur. Gönül’e de kabir azabı yaşatır, o kadar azıtır ki işi kadının tek dostu olan köpeği alıp uçurumdan atmaya kadar götürür. Şerafettin ve saz arkadaşları da boş durmaz şehir halkına Aydın’ı namus düşmanı diye karalamaya başlar. Öyle ki Aydın’ın kızı için yardım topladığı işçi bile adama kapısını açmaz, yaşadıkları yüzünden şehri terk etmeyi düşünen Aydın’ı işçi lideri Nazif usta durdurur. Seni bu memleket gördüğün ilk zorlukta kaç diye mi yurtdışında okuttu? Herkes böyle çekip giderse bu cahil halkı kim aydınlatacak diye Aydın’ı kalaylayan Nazif usta, Aydın’ın kendini yabancı hissettiği şehirdeki tek dayanağı olur.
Sendikalaşmanın yasayla garantilendiği yıllarda işçiler ve patronların sendikacılığa bakış açısını inceleyen Karanlıkta Uyananlar
Yine Vedat Türkali ve Ertem Göreç beraberliği ve yine bir toplumsal gerçekçi sinema örneği. Bu defa konu boya fabrikasında sendikalaşmaya çalışan işçilere odaklanmış. Fabrika yönetimi sendikaya katılan işçileri işten çıkarmakta diğer elemanlara da eksik maaş vermektedir. Patronun oğlu Turgut ve fabrikanın teknisyeni Ekrem çocukluk arkadaşıdır. Turgut’un babası Şeref bey eskiden halden anlamayan bir zalımım oğlu değilken fabrika sahibi olunca çakalın önde geleni olmuştur. Basit bir boyacı dükkanından fabrikatörlüğe giden yolda ne değişti bilinmez ama o çok güvendiği tezgahtarlıktan yetişme yardımcısı Fahri de onun izinden gidip efsane bir değişim geçirir. Filmin özü yerli sermayenin teşvik edildiği yıllarda içteki bazı yabancı sermaye yandaşları yerli üreticinin yoluna taş koyma çabasındadır. Fahri de bu yabancı sermeye yandaşlarından biridir, Şeref bey ecnebiler kömür tozunu boya diye bize satıyor. Asıl boya bizim yaptığımız, Ankara’dan yasa bir çıksın o zaman paraya para demeyeceğiz modunda takılmakta hatta yasa çıksın diye Ankara’yı da darlamaktadır. Öte yandan işçiler de eksik ödenen maaşları yüzünden grev yapmaya kalkışır, işçiler içinde patronun adamı olan birisi bunu patrona yetiştirir. Bir yandan da aman beyim size blöf yapıyorlar, grev filan yapamazlar. Çünkü sendikanın parası yok diye patrona yaltaklanır, ama Ankara’dan istediği yasa teklifinin geçtiğini öğrenen Şeref bey şimdi grevle filan uğraşamam diye işçilerin teklifini kabul eder. Başta çakal Fahri olmak üzere diğer fabrika sahipleri adama karşı çıkarlar. Çünkü Fahri yabancı sermayeyle gizliden anlaşmıştır diğer patronlar da bunun fabrikasında işçilerin isteği oldu diye bizimkiler de grev yaparlar korkusunu yaşar. Ama adam işçilerin isteklerine onay veren anlaşmayı imzalayamadan ölünce işler karışır, Fahri ve diğer fabrika sahipleri Turgut’un deneyimsizliğinden yararlanırlar. Turgut’ta işi öğreneceği yerde Fahri’nin çakma entel yeğeni Nevin’in peşinden koştuğu için Fahri’nin koca şirketi dolandırdığının farkında bile olmaz. Turgut, Fahri’nin zoruyla milyonluk işe girer ama ulan o kadar para verdik gidip işi kontrol edeyim demez. Tabi bu umursamaz halleriyle Fahri’nin ekmeğine yağ sürer, kalitesiz malzeme kullanarak boya yapılmasını emreden Fahri gizli gizli İngiliz boya fabrikası yetkilileriyle görüşür. İngilizlerle ortak boya işine girer, yabancılardan aldıkları boyaları saklayıp piyasaya sürmez. Öte yandan Turgut’un fabrikasından yapılan boyaların test sonucu standardın altında çıkınca Turgut’un anlaştığı firma yapılan boyaları kabul etmez ve anlaşma maddesini devreye sokup Turgut’a tazminat davası açar. Yani Turgut sağlam batar, fabrikayı işgal eden işçilerde cabası. Film boyunca Turgut’tan bir cacık olmayacağı ortadaydı zaten de işçiler grevi ha yaptılar ha yapacaklar derken film bitti. Filmin en güzel yanı sadece sendikalaşma sürecindeki zorlukları değil, yerli üreticinin yaşadığı sıkıntılar ve ülkemizin sözde kültürlü geçinen aydın kesiminin aslında taklitçi olmaktan öteye gidemediği gerçeği de tüm çıplaklığıyla ortaya seriliyor. Turgut’un sevgilisi Nevin’le gittiği entelektüel olması gereken ama aslında entel olan insanlarla dolu evde karşılaştığı gazeteciyle yaptıkları konuşma bize hep bilinen ama asla söylenmeyen gerçekleri söylemesi açısından çok cesur. Ben Turgut Yetimoğlu babamın boya fabrikası var diye kendisini tanıtmaya çalışan Turgut’u düzelten gazeteci boya fabrikanız olabilirdi ama babanız dünyaya çok geç geldiği için yabancı sermaye onun boya fabrikası olmasına izin vermez diyor. Ama Turgut’un elinde tuttuğu içki bardağı kadar aklı olmadığı için adamın sözlerinden bir halt anlamıyor, zaten azıcık anlasa Fahri çakalı bunu dolandırıp fabrikasının üstüne yatamazdı. Öte yandan çevresindeki saçma topluluğa bakıp gazeteciye peki bunlar kim diye soran Turgut’a ayarcı gazeteci ağabeyimiz asrın ayarını veriyor. Bunlar Fransa’da krallık ilan edilse padişahlığı savunacak kesim, herhalde günümüze kadar süren aydın kesimin aslında aydınlanamaması sorununu en güzel ifade eden söz Karanlıkta Uyananlar filminde söylenmiş.
Gelir dengesindeki adaletsizliğin yarattığı imrenmenin şiddete dönüştüğü Yasak Sokaklar
Halit Refiğ ve Feyzi Tuna’nın yazdığı, Feyzi Tuna’nın yönettiği film Nişantaşı’nın zengin kesimi ve hemen aşağısındaki varoşları konu alıyor. Ali ve Emin varoşlarda yaşayan iki fakir gençtir, birisi ömrünü tamircide öbürü de ablasının nişanlısının dükkanında tüketir. Oysa hemen burunlarının dibindeki zengin mahallelerde yaşıtları gençler rahat bir hayat sürmektedir. Onlar doğuştan fakir diğerleri de doğuştan zengindir, peki neden? Neden onlarda yaşıtları gibi rahat hayat yaşamak yerine tamirhane köşelerinde makine yağına bulanıyorlar? İşte Emin ve Ali de kendi kendilerine bu soruyu sorup dururlar. Yeşilçam’ın önde gelen senaristlerinden Bülent Oran Yeşilçam’da özellikle atmışlarda film işi iyice sektöre bağlayınca aynı anda iki senaryo yazmak zorunda olduğunu bu kadar hızlı yazmak için de gazetelerin üçüncü sayfalarından haber seçip senaryosuna konu ettiğini açıklamıştı. Galiba bu konuda yalnız değil çünkü Feyzi Tuna ve Halit Refiğ’in senaryosunu oluşturduğu film konu olarak kız arkadaş bulmak için araba çalarken yakalanan iki gencin konu olduğu bir üçüncü sayfa haberine benziyor. Haberin konusuna gelirsek, İzmirli iki kafadar araba çalarken yakalanır sorguda ise “ Kızlar arabası olmayanın yüzüne bakmıyor, kız arkadaş bulabilmek için araba çaldık!” demişler. İşte Yasak Sokaklar’ın Emin ve Ali’si de aynı gazeteye konu olan iki genç gibi kendilerini zengin göstermek için bu tip işlere bulaşıyorlar. Çünkü Nişantaşı’nın zengin veletleri baba parasıyla rahat yaşadıkları yetmiyormuş gibi bir de onların mahallelerindeki kızlara musallat oluyor. Neden çünkü onların parası var, istedikleri her şeye sahip olabilirler. İşte zengin gençlerden Oktay evindeki partiye varoş mahalleden güzel iki kızı da davet ediyor, amaçları kızlarla gönül eğlendirmek. Varoş mahallenin iki güzel kızı da sırf zengin bir koca bulma hayaliyle bu partiye koşuyor. Bunu öğrenen Ali ve Emin mahalleden gençleri toplayıp Oktay’ın evini basıyor ve kavga çıkıyor, kavga karakolda bitiyor. Ali ve Emin parasızlık yüzünden yakışıklı olmalarına rağmen kızların yüzüne bakmadığını görünce araba soygunu işine girerler. Parayı bulup üstü başı düzeltince iyice kendilerine güveni gelen gençler bir de altlarına çalıntı araba çekip kız tavlamaya yollara düşer. Aksi gibi ikilinin karşısına kavgalı oldukları zengin bebe Oktay’ın kardeşi Ayla ve arkadaşı Tülay çıkar, gezip eğlenirken iyi de polis peşlerine düşünce paniğe kapılan gençler kaza yapar. Emin ve Tülay olay yerinde ölürken yaralı olarak kurtulan Ali ve Ayla polisten kaçıp boş bir eve sığınır. Ali hapse girme korkusuyla sinir krizi geçirir ve yanlışlıkla Ayla’yı vurur. Film çarpık kentleşme ve gelir dağılımı arasındaki adaletsizliği ve bu adaletsizliğin özellikle gençler üzerindeki etkisini iyi işlemiş.
Fakirlik ve çaresizliğin melodramı Canım Kardeşim
Yönetmen Ertem Eğilmez’in az daha batıyorduk dediği gişede umduğunu bulamadığı filmi ağır bir melodram. Fakirlik, çaresizlik ve tek istediği sadece bir televizyon olan sevimli bir çocuk… Filmin kısa özeti işte böyle. Murat, Halit ve Kahraman’ın fakir ama neşeli dünyaları Kahraman’ın kanser olduğu gerçeğiyle yüzleşince kararır. Tabi ki Kahraman’ı tedavi ettirecek paraları yoktur, Murat ve Halit küçük çocuğun son günlerinde onu mutlu etmek için ellerinden geleni yaparlar. Her çocuk gibi lunaparka gitmek ister Kahraman ve bu isteğine de ölmek üzere olduğu için kavuşur. Belki de hep istediği ama asla sahip olamadığı güzel yemekleri yedirirler ama güçleri Kahraman için eve bir televizyon almaya yetmez. En son iki arkadaş Kahraman için televizyon çalarlar, eve gelip televizyonu heyecanla kurarlar. Hatta Halit televizyonu kurmadan Kahraman’ı uyandırmak ister de Murat televizyonu kuralım da sürpriz yaparız diye arkadaşını durdurur. Ama asıl sürprizi Kahraman yapar hem de acı bir sürpriz. Film babanızı bile ağlatacak kadar acıklıdır. Fakirlik, küçücük bir çocuğun çocuksu isteklerine bile ancak öleceği için sahip olması, çaresizlik… Filmi izledikten sonra şurama bir öküz oturdu demeyen insan değildir. Bu kadar acıklı film mi yapılır? Gelir dağılımındaki adaletsizlik, sistemin çarkları arasında ezilen, parçalanan, yok olan hayatlar. Film insanın burnunun direğini sızlatacak kadar gerçekçi, belki de filmi izleyen babalarımızın bile ağlama sebebi bu gerçekçilik.
Yoldaşını vahşi kapitalizme kaptıran Azem’in çaresizce yeni yoldaş arayışı Arkadaş
Azem ve Cemil üniversite yıllarından arkadaştır, başlarda ikisi de solcu idealist iken Cemil parayı bulup geçmişini unutmuştur. Hatta Cemil o kadar yozlaşmıştır ki kendi kardeşinden bile haberi yok, bir gün Azem arar ve yanına geleceğini söyler. Cemil geçmişten gelen bu yakın arkadaşı seve seve evine kabul eder ama genç karısı Necibe buna karşı çıkar. Azem eve gelince Cemil ve hayatı onu hayal kırıklığına uğratır. Necibe’nin kardeşi Melike’yle dostluk kurup genç kızın hayat hakkında görüşlerini merak eder. Ama Melike tam da toprak ananın kızı Semra’nın dediği gibi güzel bir bülbüldür, Melike, Hakkarili olan Azem’e sizin orada deniz yok mu diye soracak coğrafya bilgisine sahip. Deniz olmayan bir yerde yaşayamayan Melike, Hakkari’de deniz olmadığını öğrenince herkesin kendisi gibi olduğunu sanarak e siz nasıl yaşıyorsunuz orda diye sorduğunda Azem’in böyle demesi izleyende gülme isteği uyandırıyor. Öte yandan Melike’nin rahat hayatına karşılık yaşıtı olan Halil kendini bildi bileli hayatın zorluklarıyla cebelleşmektedir. Yaşlı anası hizmetçilik o da ayakçılık yapar, çevresindeki zengin hayata imrenerek ve nefretle bakan Halil geceleri gizli gizli araba lastiği patlatarak nefretini dışa vurur. Cemil’in yozlaşmış hali, Melike’nin gerçeklerden habersiz bir fanus bebesi olmasıyla umudu kırılan Azem, sistem sevdalısı pelüş oyuncaklarla bu düzen değişmez diye kara kara düşünürken pis zenginler diye araba lastiği patlatan Halil’i görünce içinde bir umut yeşerir. Ona neden araba lastiği patlattığını sorar, çocuk kendini bildi bileli çalışmasına rağmen fakirken bazılarının çalışmadan rahat hayat yaşamasına isyan eder. Azem kendisine yeni bir arkadaş bulmuştur, üstelik bu gençtir. Onun Cemil gibi yozlaşıp kendini düşünen bir sistem kölesi olmasına izin vermeyecektir, ona okusun diye kitaplar getirir. İçinde eşitlik, insan hakları olan kitaplarla Halil’i eğitmek ister. Çünkü ne yaparsa yapsın Cemil’i kurtaramayacağının farkındadır, çünkü Cemil parayı bulmuştur. Cemil, karısı güzel olan karımı öpebilir, baldızı güzel olan da baldızımı diyecek kadar gavatlaşmış. Para adamı gavat yapmış, Azem karısının onu aldattığını Cemil’e söylemesine rağmen adam ona inanmıyor. Bence adam bilse de inanmak istemiyor, çünkü o da farkında yirmilik güzel karısının onu değil parasını sevdiğinin. Para Cemil’e ideallerini unutturdu ama Halil’e unutturamayacak düşüncesinde Azem, neden biliyor musunuz? Çünkü o da buna inanmak istiyor, çünkü o da çok iyi biliyor Cemil’in karısından filmin sonunda yediği tokadın hesabının sorulamayacağı gibi Halil’in derdinin de gelir dağılımındaki adaletsizlik değil kendisinin o gelirden pay alamaması olduğunu. O çocukta parayı bulsa bir adet Cemil’e dönüşecek, belki de asıl sorun hala insanların eşitliği diye direten Azem’dedir. İnsanlar en başından beri eşit olmak istemiyor ki Azem, Yüz Numaralı Adam filminde Şaban’ın da dediği gibi insanlar birbirlerinin gözünü oyarken, kendi canı şu kadar acısa yaygarayı basan canlı türüdür. Valla Azem sen imalat hatası gibi türünün tam tersi düşüncelere sahip olduğun için çok üzüleceksin dostum.
Maden işçilerinin kabullendiği kaderi sinemaya aktaran Maden
Yavuz Özkan’ın yazıp yönettiği film maden işçilerinin değişmeyen hayatını konu alıyor. Bilmeyenler için söylemek gerekirse maden işçiliği vaktinin çoğunu yer altında kömür tozu koklayarak geçirmeyi gerektirir. Bunun sonucunda ciğerlerin error verir, yerin dibini kazdığın için madenin çökme tehlikesi büyüktür. Bunun için maden sahibinin önlem alması gerekir, yaşam odası yaptırmak gibi. Ama bu durum çok masraflıdır, maden sahipleri işçi hayatına önem vermezler. Nasıl olsa göçük olsa madenci ölse çalışacak eleman bulamama gibi bir durum yoktur, şehir işsiz doludur. Zaten işçiler de öleceklerini bilerek bu işe girerler, Maden filmi de bu bilinen durumu sinema perdesine yansıtıyor. Maden’de çalışan işçiler, olumsuz şartlarla karşı karşıyadır. İlyas, arkadaşlarına kaderlerinin bu olmadığını anlatmaya çalışır. Aslında işçiler sendikalıdır, ama sarı sendikalı. Sarı sendika ne ola ki derseniz, sarı sendika işçiden çok işverenin hakkını gözeten sendika türü olarak neyin kafasını yaşadığı bilinemeyen sendikacıların başında olduğu sendikacılık anlayışıdır. İlyas arkadaşlarını sarı sendikanın elinden kurtarma çabasına da girişir, İlyas’ın çabalarına ilk cevap veren arkadaşı Nurettin olur. İkisi bir olup işçileri madenin olumsuz şartlarına karşı başkaldırmaya teşvik eder. Ama maden sahibi de boş durmaz, kendisine para kaybı olarak dönecek şehirdeki olumsuz havayı dağıtmak için gider şehre lunapark getirir. Anam lunapark ne? Bari yemek filan dağıtsaydın, en azından sevaba girerdin. Zaten o işçilerin ahıyla yarın öbür tarafta iflah olmazsın. Ne demiş her biri bir filozof değerinde olan atalarımız bu dünyada yediğin hurmalar öbür tarafta bi tarafını tırmalar. İşçilerin İlyas tarafından kendisine karşı kışkırtıldığını anlayan maden sahibi kalkıp İlyas’a suikast bile kurdurur, Allah’ım nasıl vizyonsuz bir patronsa bu gidip işçisine suikast kurduruyor. O kadar rahatsızsan git adamı işten çıkar, ne suikastı Kennedy mi bu? Hayır bu kadar olay çıkartacağına madene önlem alsa o da rahat edecek ama adam neyin kafasını yaşıyorsa? İlyas’a suikast düzenlettin de ne oldu? İşçiler greve gitti, asıl zararlı sen çıktın. Ya resmen Dimyata pirince giderken eldeki bulgurdan oldun, bu kadar paragöz olmasan daha fazla para diye diretmesen hiç başına grev filan gelmeyecek. Zaten yerin dibinde çalışan adamlardan insani şartları bile esirgiyorsun, şimdiye kadar seni kazmayla kovalamadıklarına şükret.
Ağalık düzeni ve başlık parasına tepki olarak Kibar Feyzo
Hani bir söz var ya güldürürken düşündürmek diye işte Kemal Sunal bunu suya sabuna dokunmadan ama çok çarpıcı bir şekilde yapan bir adam. Ve bu yüzden saygıyı hak ediyor, toplumsal sorunlara doğu batı demeden ağırlık vermesi, insanlara ülke gerçeklerini güldürerek de olsa göstermesi onun sanatçı kişiliğini de gösteriyor. Kibar Feyzo toplumumuzun çok yanlış anladığı başlık parası olayının zorluklarını ve ağalık rejiminin katlanılmazlığını yüzümüze komedi filminde güldürerek vuruyor. Öncelikle başlık parasının dini bir dayanağı yok daha doğrusu bizdeki anlamıyla yok. Çünkü dinimizde başlık kızın babasına değil kocası ölürse kadın mağdur kalmasın diye kıza veriliyor. Bizdeki başlık ise babasının kızını mal gibi kocası olacak gence satması, zaten Feyzo sevdiği kızı alırken kızın babasıyla yaptığı noter onaylı anlaşmada Gülo’dan mal olarak bahsediliyor. Para ödenene kadar malın sahibi babasıyken kullanma hakkı da kocasınındır. Feyzo köy ağası Maho’nun kefilliğiyle sevdiği kızla evlenebilir, ha bu arada Maho ağa paranı zamanında ödemezsen alırım karını ha diye Feyzo’yu şaka yollu tehdit etmeden geri durmuyor. Gülo’nun ağabeyi Zülfo’nun durumu ise daha içler acısı çünkü adam kırkına gelmiş ama hala başlık parası yüzünden evlenemez. Ha evlense ne olacak o da Feyzo gibi başlığı denkleştiremeyecek, kızın babası kızını almaya çalışacak, köye rezil olacak. Köy ağası parayı çıkarsın diye kadına el koyup tarlada çalıştıracak, çünkü ona da Maho ağa kefil olacak. Köyde evlenmek isteyen gençlere Maho ağa dışında kefil olacak kadar zengin biri daha yok. Çünkü o köy içindeki hayvanından insanına kadar Maho ağaya ait. Adam cidden köydeki insanların bile sahibi, ego zirvede Maho beyin öyle ki düğününde kendisiyle aynı şapkayı giyen Feyzo’yu sen bana mı özenirsen diye köyden kovar. Feyzo şehirde sürüm sürüm sürünür, işçi pazarında sen gelme lan ayı diye hakaretlere maruz kalır. Sendikalı olmadığı için eksik maaş alır ama olsun o Harranlıdır. Feyzo şehirde de köyde olduğu kadar çok çeker ama şehirde bir takım gerçeklerin de farkına varır. Köyünde haberi olmadığı gerçekler Feyzo’nun ağzını açık bırakır. Bir kere kadının mal olmadığını, bu yüzden de başlıkla satılmadığını öğrenir. İnsanların kimsenin kölesi olmadığını yani ağalık sisteminin saçmalığını fark eder. Maho ağa üç kuruşa pamuk tarlasında işçi olarak çalıştırmak istediğinde köylüleri ayağa kaldırıp başka bir yerde iki misli fiyata çalışabileceklerini söyler. Köyün ayaklandığını gören Maho ağa nankörler diye yolu keser, çünkü ona göre ağanın sözünden çıkılmaz. Ağaya başkaldırmak ne demek? Zinhar günah, nasıl olsa köyde parayı kim verirse kitabı ona göre değiştiren bir hoca da bulunur. Malum filmin başında Feyzo anası Sekine kadının inadını kırmak için köy imamına başvurup para karşılığı anasının inadını kırsın diye hocayla anlaşmıştı. Köylülerle Maho ağanın arasında kalan Feyzo kendini vurmak ister, ağanın vur kendini de elimi senin pis kanına bulamayayım sözü de ibretlik. Abi kimin kanının temiz kimin pis olduğunu da biliyor. Nasıl mı? Çok basit, çünkü onun kanı hariç hepsinin kanı pis. Ona karşı gelenlerinse en pis, adam cidden faşo. Öte yandan ağanın, oğluna söylediği söz karşısında onun kanı senden temiz diye çemkiren Sekine kadının sözleriyle kimin kanı pis sorusuna cevap arayan Feyzo çekip ağayı vurur. Filmi başından beri ağayı vurduğu için mahkemeye çıkan Feyzo’nun savunmasından dinleriz. Filmin sonunda Feyzo en vurucu soruyu hakim beye sorar. Biz cahiliz bilmeyiz, sen okumuşsun sen söyle hakim bey suç kimde? Senaristi İhsan Yüce’yi ( Hacı Hüso karakteri) ayrı bir kutluyorum. Güldürürken düşündürmek kolay değildir çünkü.
Kan davasına başkaldırı destanı Davaro
Akıllarda Şener Şen’in kadın kılığına girip kaşık havası oynadığı sahneyle kalan film kan davası gerçeğine değinen ve kan davasının saçmalığını, altında yatan gerçekleri irdeleyen bir film. Nasıl mı? Tabi ki, izleyiciyi kasıkları ağrıyana kadar güldürerek. Mikserle tarhana çorbası yapma fikrini de ortaya atan, komedi konusunda yardıran filmde aslında ağlanacak halimize gülüyoruz. Neden mi? Çünkü Memo ve Sülo’nun ailesi kanlıdır, yıllarca birbirlerini öldürüp dururlar. Nedense hıyar tarlası, yani insanlar hıyarca bir sebeple birbirlerinin canını alıyor. Neden çünkü töre bu, bu düzen böyle kurulmuş. Kanı yerde kalana kız bile verilmez, köylü yüzüne bakmaz, onu hakir görüp aşağılar. Memo da kanlısı Sülo’yu öldürmek zorundadır, yoksa Cano’yu alamaz. Ama Memo kanlısı da olsa cana kıyamaz, bu yüzden de Sülo’yla anlaşma yapar. Köy meydanında numaradan vuruşacaklar, Sülo ölü numarası yapacak Memo da nefsi müdafaadan yararlanıp kısa süre hapis yatacaktır. Tabi bir takım olaylar olur, Sülo kanlısını mahpustan kaçırmaya çalışır. Memo kendisine kazık atan Sülo’yu sürüm sürüm süründürür. Filmin sonuna doğru Sülo’ya karısı Ayşo’dan mektup gelir, kadın dul kaldı diye köy ağası kendine nikahlamaya kalkışır. İşte bu kısımdan sonra biraz geriye git sayın izleyici, çünkü Sülo hapisten çıktığında karısı Ayşo bıktım bu hayattan bir yandan kocasızlık bir yandan da ağa sulanıyor diye kocasına dert yanar. Daha sonra da kocasına bütün köy sıraya girmiş senin ölmeni benim dul kalmamı bekliyor der. Filmin sonunda ağa Sülo’yu öldürmedi diye Memo’ya bir ton laf söyler, sözde o töreyi savunur. Sen kim oluyorsun da kırk yıllık töremize karşı geliyorsun diye adama ağza alınmadık küfürler savurur. Savuramaz mı? Savurur. Neden? Çünkü tüm köy onun! Öyle değil mi, o hepsinin sahibi değil mi? Tüm köy ağayı onaylar, çünkü hepsi ağaya borçludur. Muhtemel efsane de bir faiz işler ki bu borç ölünce bile bitmesin çocuklarına miras kalsın! İşte Memo elindeki parayı ağanın yüzüne fırlatıp tüm borcu öder ve köylüyü ağa zulmünden kurtarır. Çünkü en başından da bahsettiğimiz gibi töre düzeni değil bazılarının keyfini sağlamak için kullanılmaktadır. Öyle olmasaydı köy ağası bilmem kaçıncı karı olarak kendine Ayşo’yu aldığı düğünün ziyafetinde ağam bu kaçıncı karı diye sorana sırıtarak “ Ben bu masumları düşünüyorum, itin biri ötekini vuruyor. Bu garipler de ortada kalıyor, ağalık vazifem.” diyor. Hani değişmez töreydi, hani töreye saygısızlık edilmezdi. Hani kanlısını öldürmeyenin yüzüne bakılmazdı, hani babasının kanı nasıl yerde kalırdı? O zaman neden kanlısını öldürüp kanını temizlediğini iddia ettiğiniz adama it diyorsunuz?
Tamamen ütopik bir belediye başkanı üzerinden politikada teraziyi nasıl dengede tutarsın sorusuna cevap veren Üçkağıtçı
Film aslında politikacıların neden başlarda dürüstçe bir yola çıkıp sonrasında cozuttuğunu da irdeliyor. Natuk Baytan’ın yazıp yönettiği filmde Rıfkı sevdiği Nuriye’nin başlık parasını biriktirebilmek için Almanya’ya gidince babasının yanında çalışan Sabri, Rıfkı’nın yokluğundan ve babasının hastalığından yararlanıp hasta adama boş senede imza attırır ve adamın mallarının üstüne oturur. Farkındaysanınz filmin bu kısmına kadar toplumsal sorunlarımızın yarısına değiniliyor, başlık parasından tutun da hileyle başkasının malına oturan şerefsizler filmin ilk kısmında. Ama bu daha fragmandır, çünkü daha köye yağmur yağmıyor hadi yağmur duasına benim nefesim kuvvetlidir diye köylünün parasını yiyen din sömürücüsü Arif efendi var. Belediye reisi seçilmek için civar köyleri tehdit eden tefeci Satılmış Ağa var, Satılmış’tan kurtulmak için halkın cahilliğini kullanıp romatizma hastası Rıfkı’yı ermiş diye belediye reisi seçtirmeye çalışan Armutlulu Hasan var. Var oğlu var, Rıfkı da hakkında çıkan ermiş söylentilerine inanır ve Armutlulu Hasan’ın ısrarıyla belediye reisliğine aday olur. Onun adaylıktan çekilmesini isteyen Satılmış ağa da Rıfkı’ya rüşvet teklif eder, Rıfkı ise kendisine teklif edilen parayla köylünün Satılmış ağaya olan borcunu ödeyip, kalanı da fakire fukaraya dağıtır. Hatta köyde sünnet şöleni bile düzenler, bu durumda tabi ki belediye başkanı olur. Ama o da ne? Daha balkon konuşmasının kırkı çıkmadan Armutlulu Hasan armudun iyisini ben yiyeceğim diye kasabaya yapılması gereken yolun onun tarlasının önünden geçmesini ister. Çünkü öyle olursa tarlası değerlenecektir, iyi de yol onun tarlasının önünden geçerse bir işe yaramaz. Mühendisler de bu duruma karşı çıkıyordur, mühendiste kimdir ama? Hiç belediye reisinin sözünün üzerine söz mü olur? O bir he derse yol Hasan’ın tarlanın önünden geçer. Önemli olan yolun kasabalıya hayrı değildir, yolun Hasan’a getireceği mangırdır. Ve Rıfkı da bunu yapmak zorundadır, çünkü Hasan onun hem arkadaşıdır hem de seçim sürecindeki en önemli destekçisidir. Ama Rıfkı tek tek kişilere değil halka hizmete aday bir başkandır bu yüzden Hasan’ı reddeder. Bunu duyan Hasan da hemen gidip Rıfkı’nın düşmanlarıyla iş birliği yapar, ideallerinden vazgeçmezsen seni önce arkadaşların terk eder ama üzülme çünkü onlar zaten arkadaşın değildir. Sırtındaki yüktür, yükünü atan da daha hızlı yürür. Rıfkı da yükünü atınca adeta şahlanır ve koşmaya başlar, önce halkı kazıklayan esnafı cezalandırır. Sonra da temizlik imandan gelir deyip herkesin kendi evinin önünü süpürmesini kanun hükmünde kararname olarak kabul eder. Neden? Çünkü şehir hepimizin evi. Tabi Rıfkı’nın halkı düşünerek yaptıkları halkı kazıklayanların tepkisini çeker ve sana oy veren elimi diye küfretmeye başlarlar. Siyasete muhtarın üstü olarak başlayan Rıfkı’nın yaşadıklarını birçok politikacı yaşamaktadır, üstelik daha beter versiyonlarını ama Rıfkı gibi bir duruş sergilemek işte o efsane olmayı gerektirir.
Tecavüz mağduru kıza toplumun bakış açısını çok sert gösteren Fatmagül’ün Suçu Ne?
Süreyya Duru’nun yönettiği Vedat Türkali’nin senaryosunu yazdığı film popülerleşen dizisinin aksine Fatmagül’ün kendisine tecavüz ederlerken öküz gibi bakan Kerim’e muhtaciyetine, ikili arasında aşk kıvılcımlarının çakmasına dayanmıyor. Tecavüze uğrayan anasız babasız, ağabeyi desen yarım akıllı fakir bir genç kızın toplumdaki erkekler tarafından nasıl görüldüğünü irdeliyor. Fatmagül fakir ve kimsesizdir, kasabanın zengin gençleri tarafından tecavüze uğrar. Hastanelik olur, suçlular yakalanır ama içlerinden Kerim fakirdir ve kız onun üzerine kalır. Tecavüzcü ile mağdurun evliliği konusunun mağduriyet gidermediğini ta 1986’dan gösteren Vedat Türkali’yi tüm kadın dernekleri saygıyla anmalı bence. Çünkü film yapay romantizmle süslenmeyecek kadar ciddi bir konuya değiniyor. Kerim gözünün önünde arkadaşlarının tecavüzüne uğrayan, kendisinin de tecavüz ettiği Fatmagül’ü karısı olarak kabul etmez ama fakir olduğu için dört erketen artakalan kadın ona kalmıştır. Bu arada Kerim hiç yaptığından utanmaz, zavallı bir kıza dört erkek müsveddesi güç kullanarak tecavüz etmiştir. Nerde la delikanlılık, erkeklik bu mu yani? Kerim bu soruyu asla kendine sormaz, Kerim’e göre suç tecavüze uğrayan Fatmagül’dedir. Kızın Bruce Lee’ye dönüşüp dördünü birden paralaması gerekirdi aslında ya da ortaçağdan kalma bekaret kemeri takmalıydı beline. Zavallı Fatmagül’ünse başına gelenler yetmemiş gibi bir de Kerim’le yaşadığı evlilik var. Kız her Allah’ın günü Allah’ın belası kocasından dayak yemektedir, çünkü kasabadaki erkekler Kerim'in ardından laf etmektedir. Çünkü Fatmagül’le aralarındaki tek engel Kerim’dir, eğer Kerim Fatmagül’ü kor da giderse Fatmagül hepsinin ortak malı olabilir. Zaten kimsesi yok, ağabeyi desen yarım akıllı. Kocası olmasa tecavüze uğramış sahipsiz garibi kim bunların elinden alacak? O yüzden Kerim’e olabildiğince baskı yapsınlar olabilince laf söyleyip aşağılasınlar ki Kerim dayanamayıp taze eti bırakıp kaçsın. Onlara da gün doğsun, işte Kerim her Allah’ın günü bu Allah’tan korkmazlarla muhatap olur. Kerim’i bir saat gibi kuran şeref fukaraları yüzünden de Fatmagül evde her Allah’ın günü dayak yer. Kerim’den hamile kalır, o bile suç. Kız sanki eşeysiz üreme yaptı şerefsiz, niye hamile kaldı diye kızı dövüyorsun? Duvardaki saatten mi hamile kaldı, senden hamile kaldı! Ama olamaz, çocuğunun anası bu kadın olamaz. Kerim, Fatmagül’e ne zaman baksa tecavüze uğrayan bir kız görür ki bu onun için kirlenmiş bir kızdır. Bu kız da çocuğunun anası olamaz, o yüzden Kerim, Allah yarattı demeden hamile olan karısına vurmaya başlar. Sonunda Fatmagül çocuğunu da düşürür, gene hastanelik olur. Ulan kızın her şeyini aldınız be, o istemeden bedenini aldınız, çocuğunu aldınız ve hala Fatmagül suçlu. Öte yandan Fatmagül utanır, Fatmagül kendini suçlu hisseder. Fatmagül tecavüzcülerinde olması gereken ama olmayan tüm duygulara sahiptir, en son Kerim gene Fatmagül’ü dövdükten sonra bir meyhaneye gider ve içmeye başlar. Bu sırada Fatmagül’ün çektiklerine dayanamayan çakırkeyif muhtar gelip ya elinden tut yetim kızın çek git buralardan ya da bırak diye Kerim’e efsane bir ayar verir. Filmin sonunda da Kerim Fatmagül’ün elinden tutup başka bir yerde yeni bir hayata başlamak için gider.